Orman Suçu Mahkumiyet Kararında Hukuka Aykırılıklar - Adil Yargılanma İlkeleri Işığında İnceleme


Orman Suçu Mahkumiyet Kararında Hukuka Aykırılıklar: Adil Yargılanma İlkeleri Işığında İnceleme

Giriş: Orman Kanunu’na aykırılık nedeniyle bir sanığın mahkum olduğu güncel bir davada, verilen mahkumiyet kararında ciddi hukuka aykırılıklar bulunduğu görülmüştür. Bu makalede, ilgili karardaki hatalı uygulamalar genel ilkeler ışığında değerlendirilecek; delil değerlendirme standartlarından “şüpheden sanık yararlanır” ilkesine, hukuka aykırı elde edilen beyanların hükme esas alınma yasağından savunma hakkının kısıtlanmasına, takdiri indirim (TCK 62) ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB, CMK 231) kurumlarının uygulanmamasına kadar çeşitli konular ele alınacaktır. Amaç, orman suçu özelinde ortaya çıkan bu hukuka aykırılıkları tespit edip, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi kararları ışığında adil yargılanma hakkı çerçevesinde değerlendirmektir. 

Delil Değerlendirme Standartları ve “Şüpheden Sanık Yararlanır” İlkesi

Ceza yargılamasında ispat standardı, sanığın mahkumiyeti için her türlü şüphenin yenilmiş olmasını gerektirir. Başka bir deyişle, sanığın suçlu olduğuna dair kesin ve net deliller bulunmadıkça mahkumiyet hükmü kurulamaz. Bu ilke, “in dubio pro reo” olarak da bilinen “şüpheden sanık yararlanır” kuralıdır. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, ceza mahkumiyetinin “herhangi bir ihtimale değil, kesin ve açık bir ispata dayanması” gerektiğini; olayın gerçekleşme şekli tam aydınlatılamamış veya şüpheli kalmışsa bu durumun sanık aleyhine yorumlanarak hüküm kurulamayacağını açıkça vurgulamıştır. Bir başka deyişle, yüksek de olsa bir ihtimale dayanarak sanığı cezalandırmak, ceza muhakemesinin amacı olan gerçeğe ulaşma ilkesine aykırı düşer.

Somut davada sanığın orman suçu işlediği iddiasına dayanak oluşturan delillerin tam olarak kesinlik arz etmediği görülmektedir. Eğer her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı delillerle ispat sağlanamadıysa, evrensel bir ceza adaleti prensibi olarak sanık beraat ettirilmelidir. Nitekim Yargıtay içtihatlarında, “sanığın suç işlediğine dair mahkumiyete yeterli, her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı delil bulunmadığında ‘şüpheden sanık yararlanır’ ilkesi gereği beraat kararı verilmesi” gerektiği belirtilmiş; aksi şekilde eksik ve şüpheli delillerle mahkumiyet kurulmasının bozma nedeni olduğu ifade edilmiştir. Bu temel ilkeye uyulmaması, kararın en önemli hukuka aykırılıklarından biridir.

Hukuka Aykırı Elde Edilen Beyanların Hükme Esas Alınamayacağı

Ceza yargılamasında delillerin hukuka uygun elde edilmesi zorunludur. Anayasa’nın 38/6. maddesi ve Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) 206/2-a, kanuna aykırı şekilde elde edilmiş delillerin reddedileceğini ve hükme esas alınamayacağını emretmektedir. Özellikle sanıktan veya tanıklardan alınan ifadeler, eğer baskı, tehdit, işkence, aldatma gibi hukuka aykırı yöntemlerle elde edilmişse, sonradan kişi rıza gösterse bile hiçbir şekilde delil olarak değerlendirilemez (CMK m.148/3). Bu kural, hukuk devletinde adil yargılanma hakkının temel güvencelerindendir.

İnceleme konusu davada, sanığın aleyhine kullanılan bazı beyanların hukuka aykırı yöntemlerle elde edildiği iddiası gündeme gelmiştir. Örneğin, soruşturma aşamasında sanığın ifadesinin avukat huzuru olmadan ve usule aykırı biçimde alındığı ileri sürülmektedir. Eğer sanığın savunma iradesini sakatlayıcı şekilde alınmış bir ifade veya başka hukuka aykırı yöntemle sağlanmış deliller mahkumiyete dayanak yapıldıysa, bu açıkça hukuka aykırıdır. Böyle deliller yok hükmündedir ve hükme esas alınamaz. Yargıtay uygulaması da bu konuda nettir: Hukuka aykırı arama ile bulunan kanıtlar veya yasa dışı şekilde alınmış itiraflar üzerine mahkumiyet kurulamayacağı, bunun adil yargılamayı zedeleyeceği birçok kararda vurgulanmıştır. Dolayısıyla, söz konusu mahkumiyet kararında hukuka aykırı beyan ve delillerin kullanılması, hükmü sakatlayan ciddi bir kanun ihlalidir.

Sanık Savunmasının Dikkate Alınmaması ve Lehe Delillerin Toplanmaması

Adil yargılanma hakkının kalbi, savunma hakkının tam olarak kullanılabilmesi ve yargılamada silahların eşitliği ilkesinin sağlanmasıdır. Ceza Muhakemesi Kanunu, sadece iddia makamının değil savunma lehine olan delillerin de toplanmasını ve değerlendirilmesini öngörür (örneğin CMK m.170/5, iddianamede leh ve aleyh tüm delillerin gösterilmesini şart koşar). Mahkeme, sanığın ileri sürdüğü savunma argümanlarını ve gösterdiği delilleri ciddiyetle ele almalı; gerekirse lehine olabilecek delillerin araştırılması için re’sen girişimde bulunmalıdır. Sanığın savunmalarının dikkate alınmaması veya lehine göstermek istediği delillerin toplanmaması, savunma hakkının kısıtlanması anlamına gelir ki bu durum CMK 289/1-h uyarınca mutlak bozma nedenidir.

İncelenen davada, sanığın üzerine atılı suçu işlemediğine dair savunma yapmasına rağmen, mahkemenin bu savunmayı destekleyebilecek hususları araştırmadığı, bazı tanıkları dinlemediği ve sanığın sunduğu belgeleri değerlendirmediği görülmektedir. Örneğin sanık, olay yerinde bulunmadığını ileri sürmüşse ve bunu kanıtlayabilecek telefon sinyal kayıtları, kamera görüntüleri veya tanık beyanları mevcutsa, bunların araştırılmaması ciddi bir eksikliktir. Anayasa Mahkemesi birçok bireysel başvuru kararında, mahkemelerin sadece iddia makamının sunduğu delillere dayanıp sanığın aksi yöndeki delil taleplerini cevapsız bırakmasını, sanığı aleyhe deliller karşısında dezavantajlı duruma düşüren ve silahların eşitliğini ihlal eden bir tutum olarak değerlendirmiştir. Nitekim yüksek mahkeme, bir kararında “yalnızca iddia makamının gösterdiği delillerin dikkate alınıp, sanığın aynı olguların aksini ispat için gösterdiği delillerle ilgili hiçbir inceleme yapılmamasının, sanığı iddia makamı karşısında önemli ölçüde dezavantajlı konuma düşürdüğünü” belirterek adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine hükmetmiştir.

Bu çerçevede, orman suçu davasında mahkemenin sanığın savunmalarını yeterince değerlendirmemesi ve lehine delilleri toplamaması açık bir savunma hakkı ihlali olup hukuka aykırıdır. Savunma hakkının kısıtlanması yargılamanın sonucunu etkileyebilecek nitelikte ise, Yargıtay bu durumu re’sen dahi inceleyerek hükmü bozmak zorundadır. Adil bir yargılama için, iddia ve savunma arasında denge gözetilmeli; mahkeme, leh ve aleyh tüm delilleri tarafsız biçimde ortaya koyup tartışmalıdır.

Takdiri İndirim Nedenlerinin Uygulanmaması (TCK 62)

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 62. maddesi, sanığın cezasında takdiren indirim yapma imkanı tanımaktadır. Takdiri indirim nedenleri arasında failin geçmişi, sosyal ilişkileri, yargılama sürecindeki davranışları, pişmanlık gösteren tutumları gibi hususlar sayılır. Mahkeme, cezada indirim yapıp yapmama konusunda geniş bir takdir yetkisine sahip olmakla birlikte, bu takdirini mutlaka gerekçeli şekilde kullanmalıdır. Kanun ve Anayasa (m.141) gereği her mahkeme kararı gerekçeli olmalıdır; özellikle TCK 62 uygulansın veya uygulanmasın, bunun somut dayanakları kararda gösterilmelidir. Aksi takdirde keyfilik şüphesi doğar.

İlgili davada mahkeme, sanık hakkında iyi hal indirimi (TCK 62) uygulamamıştır. Ancak hükmün gerekçesinde, bu karara neden olarak sadece “cezada indirim yapılmasını gerektirecek herhangi bir takdiri indirim nedeni görülmediği” şeklinde genel ve soyut bir ifadeye yer verilmiştir. Dosya kapsamına bakıldığında sanığın duruşmadaki tutumunda olumsuz bir davranış tespit edilmediği halde, hiçbir spesifik gerekçe göstermeksizin indirim yapılmaması hukuka aykırıdır. Yargıtay 12. Ceza Dairesi de benzer şekilde, olumsuz bir tutum kaydı bulunmayan sanık hakkında sırf “suçu arızi işlememiş olması” gibi doyurucu olmayan gerekçelerle takdiri indirim uygulanmamasını bozma nedeni saymıştır.

Önemle belirtilmelidir ki sanığın suçu inkâr etmesi, yani suçlamayı kabul etmemesi de tek başına TCK 62 indirimini uygulamamak için gerekçe yapılamaz. Yargıtay’ın vurguladığı üzere, suçlamayı reddeden bir sanıktan pişmanlık ifade etmesi beklenemeyeceği için, diğer şartları taşıyorsa salt inkâr ettiği diye iyi hal indiriminden mahrum bırakılamaz. Somut olayda da sanık baştan beri suçsuz olduğunu savundu diye indirim uygulanmamışsa, bu yaklaşım Yargıtay kararlarına aykırıdır. Neticede, mahkeme TCK 62 uygulamama yönünde karar verecekse dosya içeriğine uygun, denetlenebilir bir gerekçe göstermelidir; aksi halde karar, gerekçe yetersizliği nedeniyle bozulacaktır.

Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması (CMK 231) ve Uygulanmamasının Sorunları

Hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB), ceza muhakemesinde sanığa tanınmış önemli bir olanaktır. CMK 231. maddeye göre, eğer sanık hakkında hükmolunan ceza 2 yıl veya daha az hapis ise ve sanığın kasıtlı bir suçtan sabıkası yoksa, ayrıca suçun yol açtığı zararları giderme şartı da yerine getirilmişse (veya getirileceği taahhüt edilirse) mahkeme hükmün açıklanmasını geri bırakabilir. HAGB kararında, sanık 5 yıl denetim süresine tabi tutulur; bu süreyi iyi halli geçirirse ceza hiç açıklanmaz ve düşme ile sonuçlanır. Somut davada, sanığın HAGB şartlarını taşıdığı halde mahkemenin HAGB uygulamadığı iddiası ciddi bir tartışma konusudur.

İlk olarak, sanığın sabıkasız oluşu ve cezasının öngörülen sınırlar içinde kalması gibi objektif koşullar mevcutsa, HAGB kararı değerlendirilmelidir. Mahkeme HAGB’yi uygulamamışsa bunun yasal dayanağı olmalıdır. Bu bağlamda, uygulamada bazen sanığın zararı karşılamadığı gerekçesi öne sürülmektedir. Orman suçu gibi kamuya zarar veren suçlarda, kamu idaresinin uğradığı zararın tazmini HAGB için bir koşuldur. Ancak burada önemli bir ayrıntı: Zararın tamamen karşılanmamış olması mutlak bir engel değildir. CMK 231/9 uyarınca, mahkeme mağdurun veya kamunun uğradığı zararın, denetim süresi içinde taksitlerle ödenmesine karar vererek de HAGB uygulayabilir. Yasa koyucu, sanığın zararı derhal giderememesi halinde bile ona bir şans tanınmasını, denetim süresinde tazmin şartıyla HAGB’den faydalanmasını mümkün kılmıştır.

Somut olayda orman idaresinin uğradığı zarar kaleminin net olarak belirlenmediği anlaşılmaktadır. Mahkeme, “kamu zararı belirlenemediği/karşılanmadığı” gerekçesiyle HAGB’yi reddetmiştir. Oysa ki zararın miktarının belirsiz kalması, tek başına HAGB’ye engel olmamalıdır. Yargıtay 3. Ceza Dairesi bir kararında, kalan zarar miktarı açıkça belirtilmeden ve ödeme planı gösterilmeden HAGB kararı verilmesini hatalı bulmuş; zararın taksitlendirilerek ödenmesi koşulunun karara konulması gerektiğini ifade etmiştir. Buradan çıkan sonuç, mahkemenin zarar konusunu açıklığa kavuşturma yükümlülüğü olduğudur. Hatta Yargıtay uygulamasına göre, ceza hakimi zarar miktarı açık değilse bile kanaat verici basit bir araştırmayla yaklaşık bir miktar belirlemeli; gerekiyorsa bilirkişi yardımıyla bunu tespit etmelidir. Kamu veya mağdurun uğradığı zararın denetim süresi içinde taksitlerle ödenmesi koşuluyla da HAGB kararı verilebilir. Dolayısıyla mahkemenin yapması gereken, zararı kabaca da olsa somutlaştırıp sanığa taksitli ödeme imkanıyla HAGB uygulamak olmalıydı. Zararın hiç belirtilmemesi veya giderilmemesi, bu imkan varken doğrudan HAGB’den yararlandırmama gerekçesi yapılırsa, sanık aleyhine hakkaniyete aykırı bir durum doğar.

Özetle, incelemeye konu karar, HAGB kurumunun uygulanmasında da hukuka aykırılık barındırmaktadır. Sanık tüm koşulları taşıyorsa, HAGB’nin uygulanmaması ölçülülük ilkesine aykırı olabilir ve kişi bakımından orantısız bir sonuç doğurur. Kaldı ki HAGB, bir lehe kanun yolu olup sanığın onayıyla da verilebilen (mülga düzenlemede onay şartı vardı) bir imkandır; bu imkandan yoksun bırakmanın da makul gerekçesi gösterilmelidir. Orman suçlarında kamu zararı genellikle ağaçların yeniden dikilmesi veya maddi bedelinin ödenmesiyle giderilebilecek niteliktedir. Eğer mahkeme kamu zararını açıkça belirlememişse, bu belirsizlik sanığın aleyhine yorumlanmamalı; bilakis sanığa denetim süresinde zararı ödeme şartıyla bir şans tanınmalıdır.

Emsal Kararların Önemi ve İçtihat Birliği

Hukuk sistemimizin tutarlılığı için emsal (precedent) kararlar son derece önemlidir. Yargıtay’ın benzer olaylarda benimsediği içtihatlar, alt mahkemelerin kararlarında yönlendirici olur ve farklı mahkemelerin benzer vakalarda çelişkili sonuçlara varmasını engeller. İçtihat birliği, hukuk güvenliğinin teminatıdır. Zira aynı hukuki meselede farklı kararlar çıkması, adalete güveni zedeler ve öngörülebilirliği azaltır. Bu nedenle Yargıtay’ın (ve gerektiğinde İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun) görevi, ülke çapında hukuk kurallarının aynı şekilde uygulanmasını sağlamaktır.

İnceleme konusu orman suçu davasındaki hukuka aykırılıklar da, aslında Yargıtay’ın yıllardır içtihatlarıyla çözüme kavuşturduğu meselelerdir. Örneğin, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi Yargıtay kararlarında defalarca vurgulanmış ve aksine hüküm kuran mahkemelerin kararları bozulmuştur. Hukuka aykırı delillerin kullanılamayacağı Anayasa hükmü olmasının yanı sıra Yargıtay denetiminde titizlikle gözetilen bir konudur. Savunma hakkının kısıtlanması keza Yargıtay’ın re’sen dahi dikkate aldığı mutlak bozma nedenlerindendir. Takdiri indirim (TCK 62) hakkında Yargıtay, yeterli gerekçe göstermeden indirim uygulanmamasını isabetsiz bulmakta ve kararları bu yönden denetlemektedir. HAGB konusunda da Yargıtay içtihatları, zararın taksitli ödeme koşuluyla giderilmesi gibi uygulamaları netleştirmiş durumdadır.

Dolayısıyla, somut davada yerel mahkemenin bu yerleşik içtihat çizgisinden ayrılması ve bu kadar bariz hukuka aykırı noktaları gözden kaçırması içtihat birliği açısından sorunludur. Benzer vakalarda Yargıtay’ın yol gösterici kararlarına uyulması, hem adaletin tecellisi hem de hukuki öngörülebilirlik için şarttır. Yargıtay kararları alt derece mahkemeler için bağlayıcı olmasa da güçlü yönlendirici etkiye sahiptir; mahkemelerin bu kararlarda ortaya konan ilkelere uygun karar vermesi beklenir. Aksi halde, her mahkemenin farklı standart uygulaması vatandaşların hukuka güvenini sarsacaktır. Bu nedenle, emsal kararlar ışığında hareket etmek, özellikle ceza davalarında hakkaniyetli ve eşitlikçi bir uygulama sağlamak adına kritik önem taşır.

Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Adil Yargılanma Hakkı

Yukarıda ele alınan tüm hususlar, özünde adil yargılanma hakkı (Anayasa m.36, AİHS m.6) kapsamında değerlendirilir. Adil yargılanma hakkı; masumiyet karinesi, çelişmeli yargılama, silahların eşitliği, savunma hakkı ve hukuka uygun delille yargılanma gibi pek çok bileşeni içerir. Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi kararları, bu ilkelerin somut davalarda nasıl yorumlanacağını ortaya koymaktadır.

Örneğin, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarında silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleri özel önem taşır. Yüksek Mahkeme, derece mahkemelerinin delilleri değerlendirmesinde bariz bir keyfilik veya taraflar arasında aşırı dengesizliğe yol açan bir tutum olduğunda bunun adil yargılanma hakkını ihlal edeceğini belirtmektedir. Yukarıda değindiğimiz lehine delillerin göz ardı edilmesi veya savunmanın etkin dinlenilmemesi durumları, AYM kararlarında “yargı makamlarının sağduyuyu hiçe sayan açık keyfiliği” olarak nitelendirilmiş ve başvurucuların adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine hükmedilmiştir. Özellikle Ruhşen Mahmutoğlu ve Tamer Karataş bireysel başvuru kararlarında, mahkemenin sadece iddia makamının delillerine dayanıp savunmanın öne sürdüğü kanıtları araştırmamasının sanığı dezavantajlı konuma soktuğu tespit edilerek adil yargılanma ilkesinin zedelendiği sonucuna varılmıştır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu da adil yargılanma güvencesini pekiştiren şekilde, “hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen hiçbir delilin hükme esas olamayacağı” ve “savunma hakkının sınırlandırılmasının kesin hukuka aykırılık oluşturacağı” yönünde kararlar vermiştir. Ceza Genel Kurulu’nun 2015/35 sayılı kararında vurgulanan “bir masumun mahkum olmasındansa bir suçlunun cezasız kalmasının tercih edileceği” yönündeki yaklaşım, adil yargılanma hakkının temelini oluşturan masumiyet karinesi ve şüpheden sanık yararlanır ilkesinin altını çizer.

Bu bağlamda, incelenen orman suçu kararı hem uluslararası adil yargılama standartlarına hem de Yargıtay/AYM içtihatlarına aykırı sonuçlar doğurmuştur. Sanığın etkili savunma yapma hakkı kısıtlanmış, objektif ve makul şüphe standardı gözetilmeden mahkumiyet verilmiş, ayrıca ceza hukuku politikası açısından ıslah edici ve fırsat tanıyıcı kurumlar olan TCK 62 indirimi ve HAGB uygulanmayarak orantılılık ilkesi zedelenmiştir. Tüm bunlar birleştiğinde, kararın Anayasa’nın 36. maddesinde güvenceye alınan adil yargılanma hakkını ihlal ettiği sonucuna varmak mümkündür.

Sonuç olarak: Orman suçu gibi özel nitelikli ceza davalarında dahi, usul güvenceleri ve sanığın hakları evrensel ceza adaleti ilkelerine tabidir. Deliller hukuka uygun şekilde elde edilmeli ve bir bütün olarak değerlendirilmelidir; şüphe durumunda sanığın hakları korunmalıdır. Mahkemeler, sanığın lehine olan talepleri ve delilleri özenle ele alarak savunma hakkına saygı göstermelidir. Ayrıca, ceza tayininde ve hükümlerinin infazında kanunun tanıdığı takdir hakları ve seçenek kurumlar (iyi hal indirimi, HAGB gibi) objektif ölçütlerle ve gerekçeli şekilde uygulanmalıdır. Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi kararlarında çizilen bu çerçeveye uyulması, adil, hakkaniyetli ve kanuna uygun bir yargılama için şarttır. Aksi yöndeki uygulamalar, sadece somut bir davada değil, genel olarak hukuka güven duygusunda telafisi güç yaralar açacaktır.

Kaynaklar:

  • 5237 sayılı TCK m.62 (Takdiri indirim nedenleri) ve ilgili Yargıtay kararları

  • 5271 sayılı CMK m.231 (HAGB) ve ilgili içtihatlar

  • Anayasa m.36 ve 38; AİHS m.6 – Adil yargılanma hakkı ve hukuka aykırı delil yasağı

  • Yargıtay Ceza Genel Kurulu ve Daire kararları (örneğin CGK K.2015/35 ve Y14CD K.2016/5622) – Şüpheden sanık yararlanır ilkesi ve ispat standardı

  • Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kararları (R. Mahmutoğlu 15/1/2020, T. Karataş 4/7/2022 vb.) – Savunma delillerinin incelenmemesi nedeniyle silahların eşitliği ilkesinin ihlali

  • Yargıtay içtihat birliğinin önemi üzerine hukukî değerlendirmeler.

https://onurkucukyetim.av.tr/